Güzel kitaplar hiç bitmesin

31 Aralık 2014 Çarşamba

Suç ve Ceza

Suç ve Ceza kitabını okumaya başladığımda üniversiteyi çoktan bitirmiş, işe başlamıştım. Bir gün öğle arasında elimde kitabım okurken bir iş arkadaşım yanıma gelip küçümser bir şekilde "ayy daha yeni mi okuyorsunuz Suç ve Ceza kitabını" dedi. Kendini kitap kurdu gibi görüp de çevresindekileri böyle konulardan ötürü küçük gören insanlara oldum olası sinirlenmişimdir. Elimde değildi o konuşmadan utanmasını ya da bir daha bana ya da bir başkasına aynı şeyi yapmamasını sağlamam gerekiyordu.
Bunun üzerine kitabı kapatıp kendisi ile konuşmaya başladım. "Siz ne zaman okudunuz acaba" diye sordum. "Ben okuduğumda lisedeydim" dedi. "Ben lisedeyken günde 8 saat orkestra çalışmalarıyla, üstüne kalan zamanım da piyano ya da keman çalmaya çalışmakla geçiyordu, ben Suç ve Ceza'yı okumayı bildiğim ve gözlerimi kaybetmediğim sürece okuyabilirim, ama siz ne kadar uğraşırsanız uğraşın benim kadar keman çalamayacaksınız" dedim. O günden beri benimle konuşmuyor ama bir daha böyle bir davranışta bulunmayacağına da emin oldum diyebilirim gönül rahatlığıyla.

Suç ve Ceza Dostoyevski'nin en önemli eserlerinden birisi olarak kabul edilir. Raskolnikov kadar ilginç, kendiyle bu kadar kavga eden ve vicdanının sesini bu kadar net duyan başka bir insan var mıdır bilinmez. Yaşadığı pişmanlığın ve vicdan azabının asıl sebebi ise yakalanma korkusudur aslında. Hukuk fakültesinde okuyup başarılı olan Raskolnikov maddi yetersizlikler nedeniyle okulunu bırakmak zorunda kalır.  Ancak bu durumu bir türlü kendine yediremez ve sonunda para için cinayet işler. Onu itiraf etmeye zorlayan vicdanı ve aşık olduğu kadın olacaktır.

Bu roman insanın masumiyetini yitirmesini anlatır. Vicdanın insanların üzerindeki fiziksel ve psikolojik etkilerini yansıtır. Yoksulluğun insana neler yaptırabileceğini, sonrasında yaşanan pişmanlığı ve yakalanma korkusunu, insanın kendisi ile çelişmesini ortaya döker. İnsan ruhunu kelimelere Dostoyevski kadar iyi döken başka bir yazar daha bulmak zordur.

Suç ve Ceza'yı okuduğunuzda insanlara bakış açınız asla aynı kalmayacaktır. Vicdanlı bir insanın cinayet işlediğinde neler hissettiğini anlamak istiyorsanız bu kitabı mutlaka okumalısınız.

İnsanın hayatında bir kere değil farklı zaman dilimlerinde üç-dört kere okuması gereken bir kitap Suç ve Ceza.

İyi okumalar...

26 Ağustos 2014 Salı

Oblomov

Hangimiz biraz Oblomov değiliz ki?


Kafanızda planlar yapıp gerçekleştirmeye üşenenlerden misiniz? O zaman siz de biraz Oblomovsunuz. Rüya görüp, yorulup, yataktan çıkamıyor musunuz? O zaman siz Oblomovsunuz. Sabahları işe gitmeye mi üşeniyorsunuz? O zaman siz Oblomovsunuz. Yattığınız yerden değil kalkmak, şöyle bir dönmek zor geliyorsa, kesinlikle Oblomovsunuz.


Tembelliğe övgü kitabı olduğu da söylenir Oblomov'un. Oysa ki tembelliği yerme kitabıdır. Ştoltz gibi bir karakter yaratmamış olsa Gonçarov'un gerçekten tembelliği övdüğünü bile düşünebilir insan. Bir insan düşünerek yorulur mu demeyin. Problemlerini nasıl çözeceğini saatlerce düşünüp, düşünmekten yorulan bir karakter Oblomov. 

İşin aslı Oblomov Rusya'yı, Ştoltz ise Avrupa'yı temsil etmektedir. Oblomov karakterinde Rusya'daki aristokrasiyi eleştirirken, Stoltz karakterinde Avrupa'nın çalışkanlığını takdir etmektedir. Oblomov'da aristokrat tembelliği vardır. Rus aristokrasinin Oblomov'u alıştırdığı bir tembellik. Ailesinden kalan toprakları bile işletmeye üşenir. Ne de olsa giderek azalsa da kendine yetecek kadar bir geliri vardır. Artık öyle bir duruma gelir ki yattığı kanepeden kalkmaya üşenir. Arkadaşı Ştoltz, Oblomov'u Oblmovluk'tan kurtarmak için elinden geleni yapar. Gel gör ki tembellik iliklerine işlemiştir Oblomov'un. 

Yatağından bir süreliğine çıkmasının tek sebebi aşık olması olacaktır. Ancak bir süre sonra aşık olmaya bile üşenecek, getirdiği sorumlulukları kaldıramayacağını fark edecektir Oblomov. Olga gibi canlı cıvıl cıvıl, hareketli bir kadına ayak uyduramayacağını fark eder. Olga ise hayalinde yaratmış olduğu canlı, çalışkan bir adamı sevmiş olduğunu ve Oblomov'un asla öyle bir adam olamayacağını anlar. Olga'nın bu farkındalığı aşklarını bitirmiştir zaten. Oblomov ise herşeyi olduğu gibi kabullenir ve bunları düzeltmek için de kılını bile kıpırdatmaz. Mutlu olmak için hiç uğraşmaz, hayattan zevk almak için, zamanını güzel değerlendirebilmek, verimli olabilmek için hiç çaba harcamaz.   

Buna rağmen Oblomov özünde çok iyi bir insandır.  Ancak iyiliği kendisini kurtarmaz. Ştoltz'un da dediği gibi tertemiz,billur gibi bir ruhu vardır ama Oblomovluk sonunu getirir. 

Tembellik yaparken alıp okuyacağınız bir kitap olsun Oblomov. Anında vazgeçersiniz. Hayatın tembellik yapıp, zamanını öldürerek geçmeyecek kadar kısa olduğunu, gereksiz yere tüketilmeyecek kadar değerli olduğunu Oblomov anlamasa da kitabı elinizden bıraktığınız anda siz anlıyorsunuz. Herkesin kendisinden bir parça gördüğü bir karakter Oblomov. Okurken aynaya bakıyor gibi hissettirebiliyor bazen. 

"Demin bana yüzümün pörsümüş, tazeliğini yitirmiş olduğunu söyledin. Doğru, ben yıpranmış bir elbise gibiyim; nedeni de ne iklim, ne de iş yorgunluğu. On iki yıldır içimdeki ateş, yakacak hiçbir şey bulamayınca kapalı kaldı., kendi zindanını yaktı ve söndü. On iki yıl geçti sevgili Andrey; artık bu uykudan uyanmak isteğini bile duymaz oldum."

İyi okumalar...

21 Ağustos 2014 Perşembe

Yüzüklerin Efendisi

"İnsanları akıl hastası yapıyormuş bu kitap!" Bu tam olarak bu kitabı okuma sebebimi anlatan cümle. Kitabı okuduğumda 10. sınıf öğrencisiydim. Alt kattaki komşumuzun birisi ablamın ve birisi benim yaşımda iki kızı vardı. Sürekli birbirimize gider demlik demlik çay içerdik. Çay içmekten sıkılınca yine çay içerdik, sonra yine çay içerdik. Vücudumda demir eksikliği çıkmamasının tek sebebi şans. Bu arkadaşlarımızın bir de babası vardı. Yüzüklerin Efendisi daha yeni yeni duyulmaya başlamış o zamanlar. Babası da almış okumuş kitabı. Sonra da kızlarına yasaklamış bu kitabı okumayı. Bunu okuyanlar elflere, cücelere inanmaya başlıyor diye mi duymuş bir yerden neyse artık. "Akıl hastası olursunuz, okumayın bu kitabı" demiş.


Ablamla bunu duyunca ilk işimiz kendimizi bir kitapçıya atmak oldu haliyle ve bunun tek sebebi meraktı. Delirecek miyiz merakı. O zamanlar tek cilt olarak basılmamıştı daha kitap. İlk cilt olan Yüzük Kardeşliği'ni ablam bir haftada okudu ve bana verdi. Ablama baktım. Hiç de akıl hastası gibi görünmüyordu gözüme. Hala bildiğim ablamdı. Akıl hastası olmayı göze alarak kitaba başladım. Keşke akıl hastası olup inanabilseydim diyerek bitirdim ilk kitabı. Bilbo Baggins'i, Frodo'yu,Gandalf'ı, Yolgezer'i özellikle Sam'i tanımak yaptığım iyi şeylerden birisiydi. Ayrıca ilk fantastik kurgu kitabı deneyimimdi. Tek pişmanlığım ilk olması. Çünkü daha sonra fantastik kurgu tarzına kafayı takmış birisi olarak, okuduğum hiçbir fantastik kurgu kitabı aynı tadı vermedi bana. 

Bu arada ablamı gözlemlemeye devam ediyordum. İkinci kitabı bitirdiğinde hala delirmemişti. Yaptığı tek delilik sınavları varken -ki tıp fakültesinde okuyordu- dersleri falan bir kenara atıp psikopat gibi sabahlara kadar Yüzüklerin Efendisi okumasıydı. O dönem aldığı stajdan AA ile nasıl geçtiği benim için hala bir muamma. Ablamın delirmemesinden cesaret alıp İki Kule'ye başladım. Evet yavaş yavaş deliriyordum. Ama beklenildiği gibi elflere, cücelere, büyücülere inanarak değil. Kitabı okuyacağım diye deliriyordum. Ablam Kralın Dönüşü'nü bitirmeden önce ben İki Kule'yi çoktan bitirmiştim. Ablamın o kitabı bitirmesini beklemek yaptığım en zor şeylerden birisiydi.

Sonuç olarak hiç de beklenildiği gibi gitmiyordu durumumuz. Komşular acaba ne zaman delirecekler diye bizi izliyordu. Hayretler içinde hala delirmediğimizi görüyorlardı. Evet tabii ki küçük değişiklikler vardı. Zira demlik demlik çay içme seanslarımız epeyce azalmıştı. Boş kaldığımız her anda kitabı okuyacağız diye birbirimizle bile konuşmuyorduk neredeyse. Ama sanırım yaptığımız en mantıklı şeylerden biriydi kitabı okumaya başlamak.

Üçüncü kitabı elime aldığımda benden sonra okuyacak birisi olmadığı için yavaş yavaş okumaya çalıştığımı hatırlıyorum hemen bitmesin diye. Beceremedim. Hemen bitti. 

Tolkien benim bir numaralı yazarım olmuştu. Hiçbir şeyi takıntılı bir şekilde istememem gerektiğini öğrendim kitaptan. Takıntılar kayıplara yol açıyordu çünkü. Dostluğun zor bulunan bir şey olduğunu, dış görünüşün ne kadar aldatıcı olabileceğini öğretti. İktidar hırsını, sorumluluk duygusunu, savaşları, fedakarlığı, hırsı ve ihaneti çok güzel anlattı bana. 

Daha sonra başucu kitabım oldu. Üniversitede okurken elimde okuduğum başka bir kitap olsa bile ara sıra açıp okuduğum, her okuduğumda aynı şekilde keyif aldığım bir kitap oldu. 

Kitap beni ne yazık ki delirtmişti. Beni kitap aşığı yapan kitap Yüzüklerin Efendisi'dir. Filmini izleyip kitabını okumayanların çok şey kaybettiğini düşündüğüm kitaptır ayrıca. Tom Bombadil'i, Altın Yemiş'i, Yasak Orman'ı hiç tanıyamayacak kitabı okumayanlar.

"Dünya ikiye bölünmüştür, denir Tolkien'in yapıtı söz konusu olduğunda. Yüzüklerin Efendisi'ni okumuş olanlar ve okuyacak olanlar."

İyi okumalar...





20 Ağustos 2014 Çarşamba

Puslu Kıtalar Atlası

Puslu Kıtalar Atlası okunması gereken bir kitap. Sonra bir daha ve bir daha okunması gereken bir kitap. Her okuduğunuzda sizi şaşırtacak bir kitap. Okumaktan sıkılmayacağım nadir kitaplardan birisi benim için. Kitabı ilk okuyuşum üniversite yıllarıma denk geliyor. 2002-2003 senesi civarına. Bir arkadaşımdan kitabı ödünç alıp kapağını açıp yabancı bir isim görmüştüm. Kimin kitabı olduğunu sorduğumda "bilmiyorum" demişti. "Sanırım bu kitap, hiç satın alınmayan, sürekli elden ele dolaşan, çok güzel olduğu için herkesin almak istediği ama onun yerine başkasından ödünç aldığını kitaplığına eklediği bir kitap.Ne yazık ki çok güzel olduğu için kimsenin kitaplığında da çok uzun süre kalmıyor. Muhtemelen senden de bana dönmeyecek." diye de eklemişti.

 Ne demek istediğini kitabı okuyup bitirene kadar anlamamıştım. kitabın kapağı o zaman yanda göründüğü gibiydi. Gerçekten de kitap bende uzun süre kalmadı. Kim olduğunu bile hatırlamadığım bir arkadaşım kitabı benden aldı ve bir daha da o kitabı hiç göremedim. Kitabı bana veren arkadaşım ise kitabını bana bir daha hiç sormadı. 

Puslu Kıtalar Atlası düşler üzerine bir kitap. Uzun İhsan Efendi'nin rüyaya yatmasıyla başlıyor her şey aslında. Konstatinapolis'ten Sofya'ya, Sofya'dan düşlere, düşlerden gerçeklere doğru akan bir kitap. "Dünya bir düştür." Bazen yaşanacak her şeyin yazılmış olduğu düşüncesi hepimizin aklına gelir. Uzun İhsan Efendi, Bünyamin ve Zülfiyar ile tanışmamış okurların ilk okuması gereken kitaptır Puslu Kıtalar Atlası. 

Üzerine söylenecek, yazılacak milyonlarca şey olmasına rağmen anlatılamayacak nadir kitaplardan birisi bu kitap. Ayrıca türk fantastik kitap örneği olarak da ismi ilk sıraya yazılacak kitaptır. İhsan Oktay Anar'ın felsefe üzerine oldukça yetkin bir akademisyen olması da kitabın bu kadar akıcı ve ilgi çekici olmasının sağlamış sanırım. 

Tarihi, fantastik, felsefi bir kitap Puslu Kıtalar Atlası. Mutlaka okunması gerekenler listenize almanızı tavsiye ettiğim bir kitap.

iyi okumalar...

Text Widget

Copyright © Kitap Hikayelerim | Powered by Blogger

Design by Anders Noren | Blogger Theme by NewBloggerThemes.com